Terry Dobson ; The Awakened Warrior
Teryy Dobson, Aikidonun kurucusu ve dünyanın en büyük dövüş
ustası olarak bilinen Japon usta Ueshiba'nın başasistanlığına kadar
yükselmiş biri. Asistanlığı sırasında uzun yıllar Japonya'da kalmış.
"Bir gün Tokyo'da hayatımın dönüm noktalarından birini yaşadım. Bir
bahar gününün öğleden sonrası idi ve tren oldukça boştu ; çocuklarıyla
alışverişe çıkmış birkaç ev kadını yaşlı iki üç çift vardı vagonda. Tren
istasyonlarda duruyor, pek inen binen olmuyordu. Bir istasyonda içeriye
avazı çıktığı kadar bağıran sarhoş, pis, leş gibi kokan amele kılıklı
biri geldi. Sendeleye sendeleye içeri girdi, üzerinde kusmuk kurumuştu
ve ekşi ekşi kokuyordu. Önüne çıkan ilk kişiye - bu kucağında bebek
taşıyan bir kadındı - bir yumruk salladı. Kadın geri çekildiği için
yumruk omzuna isabet etti ve onu vagonun öbür ucundaki yaşlı bir çiftin
kucağına savurdu. Yumruğun bebeğe gelmemesi bir mucizeydi. Yaşlı bir
kadın kalkıp sarhoştan uzaklaşmaya çalışırken adam ona da bir tekme
savurdu, kadın tekmeden kaçarken sarhoş "seni pis o.." diye
küfrediyordu. Vagonun ortasındaki demiri yerinden çıkarmak istedi ; sağ
elinin kanadığını gördüm. Herkes korkuyla sinerken o kime saldıracağını
kestirmek üzere etrafa göz attı.
Oturduğum yerden kalktım. O zaman bir doksan boyunda, 100 kilo
ağırlığında, günde sekiz saat aikido eğitimi gören biriydim. Kendime
güvenim tamdı. Henüz gerçek dövüş içinde kendimi denememiştim. Aikido
hiçbir zaman bir saldırı aracı olarak kullanılmamalıydı ; hocam bana
sürekli olarak aikidonun bir barış gücü olarak kullanılmasını, ancak
başkalarını korumak gerekirse dövüşme aracı olarak kullanılacağını
söylemişti. Aikido çatışmayı çözmek için kullanılır, çatışma yaratmak
için değil, derdi hocam. Hocama saygım o kadar yüksekti ki, birkaç kere,
sokak serserileriyle kavga etmemek için kaldırım değiştirdiğimi
hatırlıyorum. Fakat içimden, "şöyle haklı bir durum çıksa da,
başkalarını haksız yere rahatsız eden, zayıfları ezen biri üzerinde
bildiklerimi bir uygulasam" arzusu geçerdi.
İşte dedim ; şimdi bildiklerimi uygulamanın tam sırası. Bu terbiyesiz
hem sarhoş, hem küfürbaz, hem de kadınlara ve çocuklara karşı saldırgan
küstahın teki. Ona haddini bildirmezsem, şimdi bir masumun canını
yakacak. İçim rahat olarak onun pestilini çıkartabilirim.
Beni ayakta görünce şöyle bir baktı ve "bu yabancı piçinin Japonlara
nasıl saygı gösterildiği konusunda bir derse ihtiyacı var" diye ağzından
tükürükler saçarak konuştu. Ben onu kızdıracak şekilde vagonun
tavanındaki demirden tutmuş hafif hafif ayaklarım üzerinde
sallanıyordum. Ona, önemsemeyen, küçümseyen bir şekilde baktım. Bu
herifin leşini serecektim. Büyük ve cüsseliydi, ama sarhoştu ve
kızgındı. Ben soğukkanlıydım, çok iyi eğitilmiştim ve ne yapacağını iyi
bilen birinin güveni içindeydim.
"Sana bir ders vereyim de hiç unutma, pez..." diyerek üzerime yürüdü.
Hiç yerimden kıpırdamadım. Bana saldırmak üzere tam tavrını aldı. Neye
uğradığını anlayamayacaktı.
O bana saldırmadan birkaç saniye önce, biri, "Hey!" diye ona seslendi.
Yüksek, tiz bir sesti, ama kendine güvenli ve neşeli birine ait olduğu
hemen anlaşılıyordu. Bir şey bulmuş birinin "bak ne buldum" diyen ton
çınlıyordu bu seste. Hem ben, hem sarhoş döndük ve bu küçük ihtiyar
adamı gördük. Yetmiş yaşlarında olmalıydı, kimono ve hakaması içinde
tertemiz giyimli biriydi. Bana hiç bakmıyordu, ama sarhoş işçiye, sanki
onunla önemli bir sırrı paylaşacakmış gibi gözlerinin içi gülerek
bakıyordu.
"Buraya gel" diye eliyle işaret etti, "buraya gel ve benimle konuş".
Sarhoş sanki kendine ip bağlanmış bir kukla gibi yaşlı adamın yanına
gitti. Önünde durdu, yukarıdan şöyle bu küçük yaşlı adama baktı ve "Ne
istiyorsun içi kurumuş adam bozması, dokunsam seni yıkarım" dedi. Sarhoş
yaşlı adama saldırmaya kalksa onu hemen altıma alacaktım. Ama yaşlı adam
gözlerinin içi hiç korkusuz, "ne içiyordun sen arkadaşım?" diye gülerek
ona sordu.
"Saki içiyordum, maymun yüzlü moruk. Benim ne içtiğimden sana ne?" diye
yaşlı adama hakaret etti. Yaşlı, " O, çok güzel. Gerçekten çok güzel,
çünkü ben sakiyi severim. Her akşam üstü ben ve karım - o şimdi yetmiş
altı yaşında- biraz saki ısıtır, bahçemize büyükbabamın öğrencilerinin
onun için yaptığı divan üzerine oturur, yavaş yavaş sakimizi içeriz.
Günün batışını seyreder ve hurmalarımıza bakarız. Geçen yılki soğuktan
hurmalarımız hırpalandı. Benim büyükbabamın dedesi o hurmayı dikmişti.
Sakimizi içerek hurmaya bakarız, güneşin batışını izleriz." Güler yüzle,
bir dostun diğeriyle konuşmasındaki rahatlık ve sevecenlikle sarhoşun
yüzüne bakıyordu.
Sarhoş yaşlı adamın söylediği şeylerin ayrıntılarını takip etmeye
çalışırken yüzü yumuşamaya başladı. Sıkılı yumrukları gevşedi ve yaşlı
adam sözünü bitirince, "Ben de saki severim" dedi. Ve sesi yavaş yavaş
yumuşadı, eski haşinliğini kaybetti.
Yaşlı adam, "Evet ve eminim senin de harika bir hanımın vardır. "
Sarhoş hüzünlü hüzünlü başını sallamaya başladı, "Hayır, bende karı yok,
aile yok." Trenin sallantısına uyan bir baş sallamasıyla sözünü tekrar
etti, "benim eşim yok, ailem yok." Biraz durdu ve biraz önceki haliyle
hiç uymayacak bir yumuşak sesle, "Ne karım var, ne evim var, ne elbisem
var ; param yok, alet edevatım yok, yatacak yerim yok, kendimden
utanıyorum." Koca sarhoş hıçkıra hıçkıra ağlarken bütün bedeni
sarsılıyordu. Onun üstündeki kısımda bir reklam, bir oturma beldesinin
konforlarından bahsediyordu. Reklamın dediği ve şu anda gözümün önünde
yer alan manzara tam bir ironi idi. Bu ironi beni çok etkiledi.
Birdenbire kendimden utandım. Temiz elbiselerimden ve 'bu dünyayı
demokrasi için güvenli bir yer yap ' tutumumdan utandım ; kendimi o
sarhoştan daha fazla kirli ve aşağılık hissettim.
Yaşlı adam, "Vay vay, gerçekten kötü şanssızlık olmuş" diyerek onu
anlayışla dinledi. Ama, onun mutlu ve coşkulu gözleri yine aynı idi."Gel
şuraya otur, hadi bakalım bana hepsini anlat."
Bu esnada tren ineceğim istasyona gelmişti. İstasyon çok kalabalıktı ve
kapı açılır açılmaz insanlar trenin içine hücum ettiler. Vagondan dışarı
çıkarken yeniden arkama dönüp baktım ; sarhoş işçi bir çuval gibi banka
yığılmış ve yaşlı adamın kucağına başını koymuştu. Yaşlı adam kurumuş
kusmuklu başı okşuyordu ; gözlerinde anlayış ve şefkat vardı.
Tren istasyondan ayrılırken oradaki bir banka oturup, bu yaşantıyı
yeniden gözden geçirmek istedim. Benim kasla ve kemikle başarmaya
çalıştığımı yaşlı bir adam gülümseme, anlayış ve şefkat dolu birkaç
cümle ile başarmıştı. Gerçek aikidoyu şimdi gördüğümü anladım ;
kurucusunun dediği gibi aikido bir uzlaşma sanatı idi, bir dövüş aracı
değil. Kendimi ahmak, saldırgan ve kaba hissettim. Bu olaydan sonra
tamamıyla farklı bir anlayışla aikido çalışması yapmam gerektiğini
anlamıştım.
Çeşitli ana sayfasına dönmek için
tıklayın
|